Balkanlar, adını batıdan doğuya uzanan ve Bulgaristan’ı ikiye bölen dağ silsilesinden alan yaklaşık elli milyon insanın yaşadığı ve bugün itibariyle onbir ülkenin vücut bulduğu, diğer bir ifadeyle tarih öncesi çağlardan günümüze bal ve kan ile yoğrulan topraklar.
Türkler, Balkanlar’a ilk olarak tarihte “kavimler göçü” olarak da bilinen göçle; Orta Asya bozkırlarından çıkarak karşılarına çıkan dönemin kavimlerini, devletlerini ya önlerine katıp sürerek, ya da egemenlikleri altına alarak Milattan Önce 350’li yıllarda gelmişlerdi.
Biz, tarih öncesinden ziyade, Osmanlı Türklerinin Balkanlara ayak bastıktan sonraki süreci ve Balkan Ülkelerinin bugünkü durumunu ele almaya çalışacağız.
Osmanlı Devletinin Osman Gazi’den sonraki sultanı Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Paşa komutasındaki akıncıların 1350’li yılların başında Çanakkale üzerinden Gelibolu’ya ayak basması ile başlayan bölgedeki Osmanlı varlığı, İlay-ı Kelimetullah gayesi doğrultusunda hızla ilerlemiş ve Balkan Savaşları ile elimizden çıkana kadar bu varlık devam etmiştir.
Avrupa, diğer bir ifadeyle Haçlı zihniyeti, ayak bastığı ilk günden varlığını hala sürdürdüğü bugüne kadar Osmanlı’yı Balkanlarda, dolayısıyla Avrupa’da asla istememiş ve içine sindirememiştir. Bu itibarla, tüm Avrupa Devletleri, Avrupa’da var olmaya başlayan Türk varlığına karşı, Vatikan ve Kiliselerin kampanyaları ile büyük ordular kurmuş, ancak söz konusu ordular; Sırpsındığı Muharebesi (1364), I. Kosova Muharebesi (1389), Niğbolu Muharebesi (1396), Varna Muharebesi (1444) ve son olarak da II. Kosova Muharebesi (1448) ile Osmanlı Ordusu tarafından ağır yenilgilere uğratılmış ve Balkanlardaki Türk varlığı, kesin olarak kabul edilmiştir. 15. Yüzyılın ortalarında yapılan bu savaşlardan sonra, Avrupalı Osmanlı Türklerinden en büyük darbeyi 1526 Yılında yapılan Mohaç Meydan Muharebesinde yemiş, Haçlı zihniyetinin son umutları da Mohaç Ovasının balçıklı topraklarına gömülmüştür.
Rahmetli Ahmet KABAKLI, “Haçlı zihniyeti, Avrupa’daki Türk varlığını yedi bitirdi. Ancak onların midesine oturduk, ne kadar kola içseler, sindiremiyorlar” demiştir. Kabaklı’nın işaret ettiği sindirim sorununun en büyük sebebi, Mohaç Meydan Muharebesidir ki, Avrupalıların desteklediği 50.000 kişilik Macar Ordusu, iki saat gibi bir sürede yok edilmiştir. Koskoca ordunun, iki saatte yok edilmesi (10.000 Macar askerinin Osmanlı tokadı ile savaş dışı bırakıldığı rivayet edilmektedir) dünya savaş tarihinde eşine rastlanır bir olay olmayıp, en kısa süren meydan savaşı olarak savaş literatürüne girmiştir.
Osmanlı Devleti, bölgede fethettiği yerlere, Anadolu’dan özellikle Konya-Karaman bölgesinden nüfus takviyesi yapmış, bölgenin Türkleşmesi için oraya götürülen ailelere geniş topraklar, imtiyaz olarak verilmiştir. Daha sonra Evladı Fatihan (Osmanlı İmparatorluğu’nda Balkanlar’ın fethine katılan beylerin, fatihlerin soyundan gelenlere verilen addır. O dönemden bugüne kadar Balkan Türkleri için bu tabir de kullanılır) olarak adlandırılan bölgedeki Müslüman-Türk insanı, zamanla orada yaşayan milletlerle kaynaşmış, Osmanlı’nın güçlü olduğu dönemlerde barış ve huzur içinde yaklaşık 400 yıl yaşamışlardır.
Ancak, ne zaman ki, Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye’nin kılıç tutan bileği zayıflamaya başlamış, 1789’daki Fransız İhtilalı’nın da etkisiyle bölgedeki Müslüman Türk milleti ve Devleti sorgulanmaya başlamış, işte o zaman yıllardır barış ve huzur içinde, bal tadında yaşayan insanların arasına kan girmiştir.
Bilahare, bu güzelim coğrafya, son halkası Balkan Savaşları sonucunda olmak üzere birer birer elimizden çıkmış, asırlardır süregelen Türk egemenliği, artık “Osmanlı Bakiyesi” olarak adlandırılır olmuştur.
Bugün itibariyle, bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğu hâkimiyeti altında bulunan topraklarda 11 Devlet bulunmaktadır ki, (Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Makedonya, Arnavutluk, Kosova, Sırbistan, Hırvatistan, Karadağ, Bosna Hersek ve Slovenya) her birisinin ayrı bir kuruluş ve yapılanma tarihi mevcuttur elbette.
Yazımızın asıl konusu, bahsi geçen Coğrafyadaki Müslüman-Türk varlığının, nüfusunun, bugün itibariyle yaşadıkları ve özellikle son yıllarda yaşadıklarıdır. Zira medeni olduğunu iddia eden Avrupa devletleri, çok değil bundan yaklaşık 20 yıl önce, gözlerinin önünde yaşanan vahşete ve drama sessiz kalmış; görmedim, bilmiyorum, duymadım diyen üç maymunu oynamıştır.
Özellikle Bosna-Hersek’te yapılan katliamın boyutları, bugünlerde bile hala ortaya çıkan toplu mezarlardan bellidir. Yakın zamanda ziyaret etme imkanı bulduğum Bosna Hersek’te, savaşın ve katliamın izleri hala çok taze ve canlı olarak yürekleri burkmaya devam etmektedir.
1992 yılında Yugoslavya’nın parçalanmasından sonra, Slovenlere ve Hırvatlara verilen devlet kurma hakkı, ne hikmetse Boşnaklara, dolayısıyla Bosna Herseklilere tanınmaz. Slovenya ve Hırvatistan, bağımsız devletlerini kurarken, Birleşmiş Milletler (BM) ve Avrupa Birliği (AB) Bosna Hersek’te referandum yapılmasını şart koşar. Aynı yıl yapılan referandumda Bosna Hersek halkı, bağımsızlıktan yana oy kullanır ve bağımsız Bosna Hersek Devleti kurulur. İşte, Bosna-Hersek’te kızılca kıyamet bu tarihten sonra başlar. Yeni kurulan devleti, Sırplar tanımaz ve Hırvatlara ve Boşnaklara karşı savaş açar. Osmanlı İmparatorluğu bölgeye hâkim olmadan önce de orada yaşayan Boşnaklar, sırf Müslüman olmalarından dolayı yok edilmek istenir ve Avrupa’nın gözü önünde soykırıma tabi tutulurlar.
Egemen güçler, Amerika Birleşik Devletlerinin öncülüğünde 14 Aralık 1995’te Dayton Antlaşmasını dikte edip imzalatana kadar, Bosna Hersek sokaklarında ve semalarında kan ve barut kokusu eksik olmamış.
Dayton Barış Antlaşmasına göre; Bosna-Hersek Cumhuriyeti, iki devletten oluşmaktadır. Toprakların %51′ine sahip Hırvat ve Boşnaklardan oluşan Bosna-Hersek Federasyonu ve toprakların %49′una sahip Sırplardan oluşan Sırp Cumhuriyeti (ayrıca federasyon da kendi içinde 10 Kantona ayrılmış)… Dünyada başka bir benzeri olmayan bu yapı, merkezi hükümetin ve yerel yönetimlerin hizmet alanlarını belirlemede ve hizmetin götürülmesinde de büyük sorunların ortaya çıkmasına sebep oluyormuş. Ülke nüfusunun 5.000.000 civarında olduğu tahmin ediliyor. Birkaç ay önce yapılan nüfus sayımı sonuçlarının henüz resmi olarak açıklanmadığı, bunun sebebinin de Boşnak nüfusun diğer nüfuslara göre fazla çıkmasının olduğu, söyleniyor. Söz konusu 5.000.000 nüfuslu ülkede, milletvekili sayısının 3.000 olduğunu öğrenince inanmakta güçlük çektik.
Çarşısı, pazarı, camileri ve mezarlıkları ile sanki Anadolu’da bir şehri geziyorsunuz Saraybosna sokaklarında. Türkiye’den geldiğinizi hisseden halk, ayrı bir ilgi ve alaka gösteriyor, Dünyanın gözünü yumduğu zamanda, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ve Milletinin savaş yıllarında yanlarında olduğunu minnet ve şükranla hissettiriyorlar.
Komünist diktatör Tito yönetimindeki Yugoslavya döneminde, halkın din ve vicdan hürriyetine saygı gösterildiği, değerlerine dokunulmadığı, ancak 90’lı yıllardaki savaşlarda özellikle Osmanlı’dan kalma eserlerin yok edilmek istendiği görülüyor Bosna sokaklarında. Mesela yüzlerce yıllık tarihe sahip olan Saray-Bosna Kütüphanesi, içindeki binlerce tarihi değere sahip eserle birlikte yakılmış, restorasyonu halen devam ediyor. Bir başka somut örnek ise, yine savaş döneminde 9 Kasım 1993’te tarihi Mostar Köprüsünün Hırvat askerlerince bombalanarak yıkılmasıdır. Asırlardır şehrin sembolü olarak duran Neretva Nehri üzerindeki tarihi köprü, Mostar şehrinde yaşayan Hırvatlara, Boşnaklara, Sırplara ve diğer milletlerden insanlara asırlardır hizmet etmekte iken, sırf Osmanlı Bakiyesi diye hunharca bombalanarak yerle bir edilmiş. Ancak TİKA (Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı) UNESCO ve Dünya Bankası’nın katkılarıyla 2004 yılında aslına uygun olarak tekrar hizmete açılmış.
Burada, TİKA’ya ayrı bir parantez açmak gerekiyor sanırım. TİKA’nın gerçekten geçmişten günümüze Türk Kültürünün bulunduğu yerlerde çok güzel ve yerinde çalışmalara imza attığını müşahede ediyoruz. Bosna Hersek’te çok yüksek maliyetli onlarca tarihi eserin TİKA tarafından restore edildiğini, bunun yanında tarım ve hayvancılığı teşvik edici (çiftçilere inek verilmesi, arıcılık konusunda maddi yardımlarda bulunulması ve yine çiftçilere sera kurulması gibi) yardımlarda da bulunulduğunu öğreniyoruz.
Ayrıca, Yunus Emre Türk Kültür Merkezleri’nin de çok güzel ve özel çalışmalar yaptığına şahit olduk. Zira, yeni oluşmakta olan devlet yapısında, emperyalist güçlerin, dilleriyle, dinleriyle eş değer olarak kendi kültürlerini dayatmak için çöreklendiği bölgede, zaten gönül ve tarih bağı olan Türk Kültürünün gönüllerdeki yerinin sağlamlaştırılmasına, yeni yetişen neslinde gönüllerinde yer bulmasına vesile oluyorlar. Yunus Emre Türk Kültür Merkezleri, bölge halkına, Türkçe öğretilmesinin yanı sıra, yine Türk Kültürüne has, sergiler, konferanslar, el sanatları gibi aktiviteler gerçekleştiriyor.
Herkesin malumu olduğu üzere Osmanlı Devleti, gittiği her yere adalet, ilim, hoşgörü, teknoloji, barış, sevgi ve huzur götürmüş, hâkim olduğu coğrafyalarda hâkimiyet süresince bu kriterlerinden asla taviz vermemiş ve çizgisinde hiçbir sapma ve kırılma olmamıştır. Bugün hâlâ Osmanlının hüküm sürdüğü toprakların hemen hemen tamamında kan ve gözyaşı eksik olmuyorsa, bunda sanırım halkın Osmanlı’dan sonra getirilen sistemlere, yönetim şekillerine uyum sağlayamaması yatmakta.
Bosna Hersek’te, aklıselim herkesin Sırbı, Hırvatı, Arnavutu, Hristiyanı, Musevisi de dâhil olmak üzere, Türk’e ve Türkiye’ye karşı çok samimi duygular beslediğini gördük. Avrupa’nın merkezinde sayılan Bosna Herseklilerin bu halis duyguları, bizler için de geçerli. Zira tarihten günümüze maddi ve manevi anlamda en büyük yardımı Türk Milletinden gördüklerini açıkça ifade ediyorlar.
Oradaki gözlemlerim sonucunda şunu söyleyebilirim; dünya var oldukça, iki milletin ve devletin dostluğunun da baki olacağı kuşkusuzdur.
Zafer TEKİN – zafertekin@sahipkiran.org
Kaynak: www.sahipkiran.org