Ramazan ayında şeytan kilitlenirmiş derler. Bir ay yıllık izinde olurmuş. Mahpus mu kalır, tatile mi gider bilemiyorum. Bana göre yıllık izninde. Bizi de bize, nefslerimize bırakır. Nefs ise şeytandan daha yakın, nefsimizi acıtmak daha zor, kıyamıyoruz; nefisle olan mücadeleye boşuna büyük cihad denmez ki.
İşte oruçlu oruçlu, abdestimizi tazeledikten sonra öz beğenimizi şeytanla birlikte tatile göndersek ne güzel olur. Huyumuzu da. Dedikodu, gıybet… Birine kurduğumuz tuzakları da. Bunun başörtüsü bu veya şu şekilde bağlı, şunun konuşması böyle, yazısı şöyle… Kendimizin üstün olma göstergesi olarak Falan’ın bucu olduğunu, Filan’ın da şucu olduğunu iddia etmemizi. Elin kusurlarını konuşmamızı. Sırf tahminlerimize ve pis hayallerimize dayalı iddiaları. Yalanların beyazını da siyahını da tatile göndersek… Nefsler köşeyi dönmesin. Ramazan’da olsa bari, fırsat bu fırsat, hani şeytan yıllık izninde iken.
Neyse, Ramazan kapımıza dayandı, seviniyoruz. Yaz Ramazanlarını büyük nostalji ile hatırlıyorum. Hele bu Haziran, en uzun Ramazan günleri, en sevdiğim günlerimi hatırlatıyor. Lise son, üniversiteye başladığım yıllar. Gece teravih namazından sonra arkadaşlarla takılıyorduk. Eve gelmek için saat sınırı yoktu. (Ramazan dışında lisede iken dokuza kadar, üniversitede iken ona kadar, mezun olup da çalışmaya başladığımda on bire kadar eve gelmesem rahmetli babam kıyameti koparırdı.)
Ramazanlar hep aynı. Oruçlar, ibadetler, vaazlar, mukabeleler. Gençliğimde (veya savaştan önce) Ramazanlarda Saraybosna’ya Kosova ve Makedonya hafızları geliyordu. Mukabelelerde farklı makamlarda Yüce Hakk’ın sözlerini dinlemek bambaşkaydı. Bosna Hersek’te yerli hafızların olmayışından değil, Boşnak Müslümanlarının Kosova ve Makedonya Arnavut, Türk, Torbeş hafızlarla kardeşliğine şahit olmak için. Hatta Mısır’dan, Kahire’den birer hafız geliyordu, Gazi Hüsrev Bey Camii’nde ikindiden önce ve sahurdan sonra okuyordu. Onlar da kardeş. Hafızlarımız yok diye değil.
Oruçlarımızı evlerimizde açıyorduk. Çevremizde oruç tutamayanlar bile oruç tutuyormuşçasına davranıyordu. Mahremiyet bu. Kimsenin bilmesine gerek de yok. Kültür meselesi. Annem, ablam bir kere bile evin içinde oruç tutamadığı günler ne su içti, ne de bir şey yedi. Kimse görmesin diye.
Restoranlarda, lokantalarda, hatta (haşa) sokaklarda iftarlar yoktu. Annem yoğun çalışan bir kadındı. Komünist Yugoslavya’da çalışan kadın. Ve orucunu bırakmazdı. Namazını da. İşten sonra hem namaza, hem de hane ehli ve bolca kabul ettiği misafirleri için iftar sofrasını hazırlamaya vakit buluyordu. Ablam da. Bugün de aynı şekilde. Hatimler okunur, mukabelelere gidilir, iftarlar, sahurlar hazırlanır, zaman bereketli. İstek var çünkü. Şeytan engellenmiş, işimize karışmıyor. Yavaşlatıyor hareketlerimizi. Bizi vesveseye boğdurmuyor.
Bugün prestijli lokantalarda toplu iftarlar moda olmaya başlamış. Bir gecede herkesi bir araya getirip baştan savmak. Kimsenin derdini dinlemeden. Kimsenin gözüne bakmaya vakit bulmadan. Lokanta işçisinin halini, enerjisini düşünmeden. Elin sorunu rahatımızı bozar korkusuyla mı? Herkes meşgul, herkes yoğunmuş. Demek herkes önemli. Herkesin sosyal medyada profili var, herkes de yazıyormuş, yazıyor ise yazar da olmuş. İçini boşaltıyor da karşısındakini dinlemeye vakti var mı? Başkasının yazdıklarını okumaya, yıl boyunca görüşemediği arkadaşların gözüne bakarak gözlerinden sevincini de, üzüntüsünü anlamaya, öğrenmeye vaktimiz olmaz mı? Zekâtlarımızı hesaplayıp bir vakfa, cemaate, cemiyete teslim ediveriyoruz. Banka havalesiyle daha kolay olur değil mi? Etrafımızdan başka bir şeyi, bir kimseyi görmeyelim. Sırf bir şey rahatımızı bozmasın. Sadakatü’l- fitr’i de aynı şekilde. Mümkünse banka havalesiyle. Fakir fukarayı gördüğümüzde vicdan azabını çekmeyelim. Arabamızdan, takımızdan, yazlığımızdan, hırsımızdan dolayı vicdan azabı… Şeytanın gittiğinde nefsimizi bu şekilde okşayalım, sevelim, şımartalım.
İftar saati, akşam saati sekizden sonra. Peki, dostları bir araya getirmek, kendi abdestli elimizle yemek pişirmek, sofrayı hazırlamak mümkün olmaz mı? Allah ne verdi ise akrabalara, dostlara, komşulara ikram etmek. Yok. Ramazanda panayır modası filizlendi. Toplu iftarlar. Sokaklarda. Restoranlarda. Kalabalık olsun, bireylerle, sevdiğimiz, hatta yakın bulduğumuz biri ile dertleşme vaktimiz olmasın. Ne kimsenin derdini hissedelim, ne de kimse derdimizi anlasın. Gururumuz sallanır. Kibrimiz mi yoksa? Empati mi hissetmeye başlarız? Para veya sosyal prestij yerine dost edineceğimizden, gönül alacağımızdan mı korkuyoruz? Biz mutfakta iken, elin işlerini kim çekiştirsin? Yemek pişerken Kur’an okuduğumuzda diziyi kim izlesin? Pazarda sevdiğimiz insanlar için sebze meyve seçerken Falan’ın şucu veya bucu olduğunu ispatlatmaya vakit mi var? İspatlama süreci de satırlar arasından okumakla, uydurarak ortaya çıkar; aptalın mantığıyla bağlantı kurarak, bizim bir fıkra gibi: Muyo Sulyo’ya darılmış. Karısı Fata bu darılma nedenini soruyor, Muyo da: “Dün Sulyo yanımdan geçerken, bana ‘Çav’ demiş. ‘Çav’ da tam ‘miyav’ gibi değil mi? ‘Miyav’ da kedinin seslenişi. Kedi de sütle beslenir. Sütü ise inekten alıyoruz. Bununla annemin inek olduğunu dile getirmek istemiş de ona darıldım.”
Eskiden de Ramazanlar vardı. Eskiden de haziran Ramazanları da vardı. Teknik imkânları yokken. Alım gücümüzün daha az olduğu zamanlardı. Ve annelerimiz (bir daha söylüyorum, benim de annem çalışan bir kadındı) evde iftar yapmaya, evde misafir ağırlamaya vakitler buluyordu. Daha eskiden de onların anneleri evdeki iftarlarda ziyafetler veriyorlardı. Elektrikli ocakların yokluğunda. Haziran Ramazanlarında buzdolapların, derin soğutucuların yokluğunda. Ve daha da önce. Yüzyıllar boyunca. Şeytan o zamanlarda da izinliydi. Nefsler, belki daha terbiyeli. Daha şuurlu. En azından levvame derecesine gelmiş, mücadelelere girişmiş. Komşuların, çocuklarının, hatta başka yerde yaşayan yakınlarının isimlerini biliyorduk. Hallerini de, dertlerini de. Misafirlerimizin, insanların gözlerine bakıyorduk. Bu da nefs-i mütmeinne derecesine ulaşmak için bir yöntem. Raziyeye, merziyeye, safiyeye kadar temizlenmek. Rahmet kapıların açıldığında, tekrar da evlerimizin kapılarını açmaya öğrenmek o kadar zor mu? İnsanın gözünün içine bakarak gönüllere ulaşmak için gönülleri almakla uğraşmak zor mu? Dedim ya, fırsat bu fırsat. Şeytan yıllık iznine hazırlanırken, biz de mücadeleye hazırlanalım. Kim bilir, belki bu sefer Büyük Cihad’dan, nefisle olan mücadeleden galip çıkarız.
Hayırlı mücadeleler diliyorum.
AMİNA SİLJAK JESENKOVİC / gercekhayat.com.tr