Balkanlarda yaşananların temel sebeplerinden biri olan “mağduriyet temelli aşırı milliyetçilik” halet-i ruhiyesi bugün hâlâ canlı. Henüz hiçbir Balkan ülkesi demokrasisini konsolide edemedi. Sağlıklı bir ekonomi yok, işsizlik Bosna Hersek’te yüzde 44, Kosova’da yüzde 35. Umut, vizyoner liderlerin başa geçmesi ve sivil toplumun daha da güçlenmesinde.
Üzerinden 20 sene geçmiş olsa da Srebrenitsa’da yaşanan soykırım, insanlığın hafızasına o kadar canlı kazındı ki, her geçen yıl sembolik anlamını daha da perçinledi. Bu seneki anma törenlerinde kimlikleri belirlenen 136 kişinin daha naaşı bir kere daha sonsuzluğa uğurlanırken, uluslararası toplum bu acıların tekrarlanmaması için neler yapılması gerektiğini gündemine alma zorunluluğuyla karşı karşıya.
“Srebrenitsa’nın tekrarlanmaması için ne bölge ülkeleri, ne de uluslararası aktörler Balkanlar’da yeterince önlem aldı”
Srebrenitsa artık sadece Srebrenitsa olmaktan çıktı, Avrupa’nın ortasında 3,5 yıl devam eden savaş sırasında dünyanın suskunluğunu hatırlatan, Birleşmiş Milletler Barış Gücü misyonlarının sivilleri korumaktan ne kadar uzak olduğunu gösteren, insanlığın ortak bir tarihsel travmasına dönüştü. Bir anlamda ikinci ‘Holocaust’ oldu. Bir farkla… Başta Almanya olmak üzere uluslararası toplum ‘Holocaust’la yüzleşti, dersler çıkardı, tekrarlanmaması için kurumsal yapılar oluşturdu. Ancak Srebrenitsa’nın tekrarlanmaması için ne bölge ülkeleri, ne de uluslararası aktörler Balkanlar’da yeterince önlem aldı.
Mağduriyet söylemi-milliyetçilik ilişkisi
Yugoslavya’nın dağılmasının temel nedenlerinden biri, Sırp milliyetçisi yönetimin seçilmiş tarihsel travmalara dayalı olarak oluşturduğu mağduriyet psikolojisiydi. Balkanlar’ın farklı ülkelerinde örneklerini gördüğümüz bu anlayışa göre Sırp halkı, tarih boyunca ezilmiş, yok edilmeye çalışılmış, katliamlara uğramış ve vatanı hegemon güçler tarafından parçalanmaya çalışılmıştı. Dolayısıyla şimdi artık “kendisini savunmak” en doğal hakkıydı. Tarih boyunca “mağdur” olduğuna inandırılan halkın, “kendisini savunma” adına neler yapabildiğine ise dünya yıllarca tanık oldu, çoğu zaman da sessiz kaldı.
Oysaki Bosna Hersek, eski Yugoslavya’da çokkültürlülüğün en iyi yaşandığı yerlerden biriydi. Öyle ki savaş öncesinde büyük şehirlerde yapılan tüm evliliklerin üçte biri farklı etnik gruplar arasında gerçekleşebiliyordu. Farklı din ve mezheplere mensup Hırvatlar, Sırplar ve Boşnaklar birbirleriyle evlenebiliyordu. Ne var ki 1980’lerin ikinci yarısından itibaren giderek daha fazla “mağduriyet” üzerine inşa edilen Sırp milliyetçiliği, bu çokkültürlü ve barışçı ortama büyük zarar verdi.
Farklı kanaat önderleri milliyetçi söylemleriyle bu süreci hızlandırdı. 1981’de Kosovalı Arnavutların protesto gösterilerinin ardından açıklama yapan Sırp Ortodoks Kilisesi, Sırp halkının 1389 Kosova Savaşı’ndan günümüze değin kendi kimliğini ve varlığını “düşmanlar”dan korumak için mücadele ettiğini iddia etti. Keza Sırp Sanat ve Bilim Akademisi’nin 1986’da ilan ettiği memorandumda, 17. yüzyıldan beri Sırpların Kosova’da zulüm gördüğü ve sınır dışı edildikleri iddia edilebildi. Bu bağlamda Sırp lider Slobodan Miloşeviç’in 1988’de yaptığı şu açıklama kayda değerdi: “Ülke içinde ve dışarıda karşılaştığımız engellere rağmen Kosova Savaşı’nı kazanacağız. Sırbistan’ın dışındaki ve içindeki düşmanların komplolarına rağmen kazanacağız.” Oysaki Kosova’da o tarihte herhangi bir savaş yoktu. Ancak bu gibi “savaş” yanlısı söylemler “savaş”a giden yolun temellerini attı.
“Seçilen geçmiş”i bugünde yaşatmak
İşin ilginç yanı 1389 Kosova Savaşı, I. Dünya Savaşı, II. Dünya Savaşı gibi bazı tarihsel olayların manipülasyonuna dayandırılan “mağduriyet temelli aşırı milliyetçilik” halet-i ruhiyesi, günümüz Balkanlar’ında hâlâ yaşıyor. Belgrad sokaklarında duvarlara yazılan “1389” ifadesi, siyasilerin söylemlerinin halk arasında hâlâ nasıl etkili olabildiğinin önemli bir göstergesi. Keza I. Dünya Savaşı’nı anma törenleri sırasında geçen yıl Bosna Hersek’in Sırp Cumhuriyeti’nde, bu sene de Sırbistan’da 28 Haziran 1914’te Avusturya Macaristan veliaht prensine suikast düzenleyen Gavrilo Princip anısına heykel dikilmesi, Balkanlar’da canlı tutulan seçilmiş ve taraflı tarih anlatısını diri tutma çabasının güncel örneğiydi.
“1990’larda yaşanan savaşlar, sadece binalardaki şarapnel izleriyle değil, siyasetçilerin söylemleriyle de yaşıyor. Hâlâ “iç ve dış mihraklar” söyleminin geniş kitlelerde alıcı bulması, yeni bir gelecek inşa edilmesinin önündeki en ciddi engellerden biri”
Bu durumun eğitim sistemine de yansımaları olması kaçınılmaz. Farklı ülkelerde, hatta aynı ülke için farklı bölgelerde yaşayan çocuklar, okulda taban tabana zıt bir tarih öğreniyor. Dolayısıyla, eğitim yoluyla aşılanan milliyetçi tarih okuması, halklar arası diyalog ve uzlaşı çabalarını günümüzde de sekteye uğratıyor.
Bu bağlamda, günümüzde özellikle eski Yugoslavya coğrafyası için 1990’larda yaşanan savaşlar, sadece binalardaki şarapnel izleriyle değil, siyasetçilerin söylemleriyle de yaşıyor. Hâlâ “iç ve dış mihraklar” söyleminin geniş kitlelerde alıcı bulması, yeni bir gelecek inşa edilmesinin önündeki en ciddi engellerden biri. Üstelik Balkan şehirlerindeki semboller de bu yaklaşımı körüklüyor. Sırbistan yönetiminin 1999’daki NATO müdahalesinde zarar gören Belgrad’ın merkezindeki kamu binalarını, bugün hâlâ yarı yıkılmış halde bırakması, Sırp halkının hafızasında nasıl bir tarih ve uluslararası politika canlandırılmak istendiğinin bir göstergesi.
Unutulmamalı ki, tarih bize, büyük savaşlardan sonra ancak taraflar geçmişi objektif olarak değerlendirebilirse, onunla yüzleşebilirse ve ders çıkarabilirse kalıcı barışın sağlanabileceğini gösteriyor. Birbirlerinin tarihsel düşmanıyken günümüzde en yakın müttefik haline gelen Fransa ve Almanya, bunun önemli örneklerinden bir tanesini teşkil ediyor.
Etnik kimliğe dayalı siyasal sistemler
Halkların ezeli ve ebedi mağduriyet psikolojisi ile kendi yarattıkları geçmişlerinde yaşamaya devam etmesinin doğal sonuçlarından biri, milliyetçi siyasetin bölgenin önemli bir kısmında varlığını devam ettirmesi. Makedonya’dan Sırbistan, Kosova ve Bosna Hersek’e uzanan coğrafyada halkların büyük çoğunluğu hâlâ siyasal kimliklerini etnik aidiyetlerine göre belirliyor. Bu durumun önemli bir sonucu, Balkanlar’ın “yüzeysel demokrasi” tuzağına düşmesi.
1990’larda başlayan demokratikleşmenin bugün hâlâ “sandık demokrasisi” düzeyinde kalması ve konsolide olamaması ciddi bir sorun. Tüm ülkelerde farklı siyasal partilerin seçimlerde yarışabilmelerine ve seçimler sonucunda iktidarın değişebilmesine rağmen kontrol ve denge mekanizmaları hâlâ kurulabilmiş değil. Sivil toplumun da zayıf kalması, iktidarların otoriterleşmesine imkân veriyor. Makedonya’da son aylarda yaşanan siyasi kriz, bu durumun güncel örneklerinden bir tanesi. Muhalefetteki Makedonya Sosyal Demokrat Birlik Partisi’nin iddialarına göre iktidar partisi yargıyı etkilemek, seçimlere hile karıştırmak, muhalifleri dinlemek gibi demokrasi dışı yollara yıllardan beri başvuruyor.
“Yüzeysel sandık demokrasisi” tuzağı
Freedom House’un “Geçiş Sürecindeki Ülkeler 2015” raporuna göre hiçbir Balkan ülkesi, AB üyesi olanlar dahil, demokrasisini konsolide edebilmiş değil. Rapora göre Kosova konsolide olmuş otoriter rejim olarak tanımlanırken; Arnavutluk, Hırvatistan, Bosna Hersek ve Makedonya geçiş hükümetleri ya da melez (hybrid) rejimler olarak adlandırılıyor. Bulgaristan, Romanya, Sırbistan ve Karadağ ise ancak yarı konsolide demokrasi seviyesine ulaşabilmiş durumda. Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün raporları da, Balkan medyasının içinde bulunduğu baskıcı ortamı sergiliyor.
Buna ilave olarak, ekonomik sorunları da dikkate almak gerekiyor. Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla başlayan süreç Balkanlar’da bir ekonomik sistemi ortadan kaldırdı ama yerine yenisini kuramadı. Eski sanayi kuruluşları kapatılırken, onları ikame edebilecek yeni istihdam alanları yaratılamadı. Sonuç, düşük büyüme oranları ve Bosna Hersek’te yüzde 44’e, Kosova’da yüzde 35’e kadar varan yüksek işsizlik.
Balkanlar’ın içinde bulunduğu geçiş sürecinden artık çıkabilmesi için özetle şunların gerçekleşmesi gerekiyor: 1) Sınır sorunlarının çözülmesi ve ülkelerinin birbirlerinin varlıklarını tanımaları 2) demokratikleşmenin konsolidasyonu 3) geçmişle yüzleşmek ve tarafların savaşlardaki sorumluluklarını kabullenmeleri 4) bölge ülkeleri arasında işbirliğinin artması 5) ekonomik kalkınmanın gerçekleşmesi.
Balkanlar’ın geleceği bu temel meselelerin ne derece çözülebileceğiyle alakalı. Avrupa Birliği içinde bulunduğu kriz ortamı nedeniyle kısa vadede Balkanlar’da dönüştürücü rol oynayabilecek gibi durmuyor. Bu durumda bölgenin en büyük umudu, vizyoner liderlerin başa geçmesi ve son yıllarda forumlar düzenleyerek taleplerini daha fazla dile getirmeye başlayan sivil toplumun daha da güçlenmesi.
“Doç. Dr. Birgül Demirtaş,
TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi, Uluslararası İlişkiler Dergisi Yardımcı Editörü. Balkanlar, Türk Dış Politikası, Alman Dış Politikası ve Uluslararası İlişkiler Teorileri üzerinde çalışıyor.”